23 Şubat 2010 Salı

SPİRİTÜEL HAYAT
  Spiritüel yaşamın, insanın temel yaşamı olduğunu insan ne zaman anlar? Spiritüel yaşamın her türlü hayati izlenimler ve tecrübelerin dışında çok değerli, çok farklı bir yeri olduğunu acaba bizler nasıl anladık? Onun, hayatın diğer akışları içinde gösterdiği çeşitli formlara nazaran çok daha başka türlü bir forma sahip olduğunu ne zaman kavradık? Hangi türlü bir olay, hayatımızın bir noktasında, bize o anda bulunduğumuz haletin diğer haletlerden çok farklı bir şey olduğunu ama aynı zamanda yine o diğer haletleri de kendimizde barındırdığımızı hissettirdi?
  Hem diğer haletlerin farkındayızdır, hem de yepyeni, bütün bunların üzerinde olan, onları sarmalayarak koruyan başka bir haleti de hissetmekteyizdir. Ve deriz ki, "Herhalde olsa olsa spiritüalite denen manevi bir hal içinde kaldım. Bundan önceki hallerimde daima duyularımın, hislerimin bana gönderdiği bazı uyaranlar vardı. O uyaranlar içinde ben bunların farkına varıyordum. Acıydı, tatlıydı, sıcaktı, soğuktu gibi. Veya çeşitli hazlar, üzüntüler tarzındaydı. Bir de öyle bir durum oluşuyor ki, duyularımın bana getirmiş olduğu bilgi içinde bulunurken birdenbire, bütün bunların dışında kendimi görüp onlara hakim bir durumda bambaşka bir halete girdim. Hem de bir an içinde."
  Mesela, bunu bir sevgi hamlesi içinde bulunduğumuz zaman fark ediyoruz... Öyle bir olay ki, o olay normalde bizim üzerimizde çok daha beşeri yani bedensel tepkilerle ilgili bir durum oluşturması gerekirken, her şeyi ortadan kaldırıp derin bir sempati halinde bir bağlanma, bir sarıp sarmalama oluşuyor bedenimizde. Hiçbir şey yapamıyoruz, olmuyor. O sevgi bir anda her şeye galip geliyor.
  İşte bu hal diğer bütün hallerin üstünde olmak üzere bir spiritüalitenin varlığını gösterir. Sevgiyi herhalde hepimiz yaşamışızdır, bu konuda tecrübelerimiz olmuştur.
  İçimizde hangi türlü kahredici bir duyguyu veya düşünceyi taşırsak taşıyalım, eğer güçlü bir sevgi etkisini kendi varlığımızda koruyabilmişsek, her zaman kullanamamakla beraber ve o bir imkan bularak başını çıkarıp bizim şuur alanımızı doldurmaya başladığında görürüz ki orada bir manevi hayat kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
  Sevgi, bütün fiziksel güçlerin, maddi etkilerin üstünde, onlara hakim durumdadır. Duyuların sürdüğü süre içinde, bizi maddeye hakim hale getiren o sevgiyi hissedebiliriz.
  Manevi hayatı ya da duyguları elde edebilmek için kendi varlığımız üzerinde sistematik olarak pek çok gözlemler yapmak zorundayız. Kuru kuruya, "Ben spiritüel konuları daha çok severim, ruhsal sorunlar beni daha çok ilgilendirir." demek, spiritüel bir mizaca, spiritüel bir hayata uygun yaşıyorum anlamına gelmez.
  Zaten spiritüel bir hayata uygun yaşamak mümkün değildir. Dünya şartları içinde yaşadığımız sürece, öncelikle o şartlara uygun bir şekilde yaşamayı başarabilmemiz gerekir. Bunları başaramadığımız sürece, spiritüel yaşamın başarılı olması oldukça şüphelidir.
  DÜNYADAN NEFRET EDİLMEMELİ
  Çeşitli inançlarda, özellikle Uzak Doğu inançlarının kökeninin çoğunda dünya hayatının çeşitli yöntemler kullanılarak kısmen veya tamamen terk edilebilmesi meselesi büyük bir ideal olarak ele alınır. Buda her ne kadar bazı fikirlerini yumuşatmış olsa bile, yine de kendi doktrininde ileri sürdüğü konu dünyadan nefret etmektir. Halbuki dünya kendisinden nefret edildiği sürece, bizi en fazla sıkan ve ele geçiren bir varlık haline gelir. Yani tamamen tersine...
  Biz dünyadan nefret etme yöntemlerini, ondan ayrılma, dünyasal her şeyden kopma yollarını kullanmaya başladığımız andan itibaren, dünyanın bizim üzerimizdeki baskısı geometrik bir şekilde artar. Çünkü insanın sorunu, kendi manevi hayatını hür olarak alabildiğine yaşayabilmek isteği beslemesine karşı, madde de onun bu isteğini yerine getirebilmek, bedensel zayıflıklarının kendisine ne kadar engel olduğunu gösterebilmek için bütün gücüyle yüklenir insanın üzerine.
  Biz her ne kadar dünya üzerine bedenlenmiş bir ruh varlığı olarak yeryüzünde yaşasak da spiritüel hayatımızı bütün özgürlüğümüzle kullanmak da isteriz. Yani bedene hakim olmak istiyoruz. Bedenin bizim üstümüzdeki maddesel etkisini mümkün olduğu kadar sıfıra yaklaştırmak ve kendi irademizi kullanmak hedefimizdir.
  Ama buna karşılık bedenin ne olduğunu bilmiyoruz. Söz konusu yöntemlerle bedenimizi yıkmaya, yere sermeye çalışıyoruz. Peki, bedenin görevi nedir? Ruh varlığı olarak kendimize göre bir plan kurmuşuzdur. Yeryüzüne geldiğimizde araç olarak bir beden kullanıyoruz. Gözlem yapıyoruz, birtakım etkiler alıyoruz, bu etkileri hem bulunduğumuz ortama yöneltiyoruz, hem de bulunduğumuz ortamdan aldığımız etkileri kendi planımıza, yani daha üst seviyedeki varlıklar sistemine yönlendiriyoruz. Görünüşte gayet güzel bir musluk vazifesi görüyoruz ama bu bedenin ne olduğunu bilmiyoruz. Bedenin sadece bir yerden bir yere nakledici özelliğini kullanıyoruz.
  O halde bedeni tanımak için, spiritüel hayatın belli sınırlar içinde kalmasını ve bedenin fonksiyonunu, bedenle kendi özümüz arasındaki ilişkiyi, ince ve kaba bütün bağları tam manasıyla anlayabilmemiz gerekir. İşte o zaman "kamil insan" oluruz. Yoksa kuru kuruya bedenden kurtulmanın yollarını aramak ya da bedensel her türlü hazdan nefret etmek, onları yok etmeye çalışmak asla canlı varlığa gereken aydınlığı getirememiştir.
  BEDENİMİZ NE TÜRLÜ BİR FONKSİYON GÖRÜYOR?
 
Bu durum hayat içinde büyük bir uyum zorunluluğu getirir. Bu nedenle öncelikle bedeni tanımamız gerekir. İç maneviyatın gelişmesinden önce fiziksel olan ortamı bilmeliyiz. Bedenin özelliklerini, içinde bulunduğu ortamın nasıl bir ortam olduğunu, zaman ve mekan bakımından bedenin ne gibi kesin ya da göreceli değerlere sahip olduğunu tanımalıyız. İki büyük gerçek olan doğum ile ölüm arasında geçen büyük bir maceradır bu...
  Dünyanın çok çeşitli yerlerindeki toplumlar kendilerine çeşitli önderler vasıtasıyla, ruhsal planlar vasıtasıyla büyümüş olan bilgileri anlayarak ve onları uygulayarak birtakım sonuçlar elde etmeye çalışırlar.
  Beden gerçekte fizik evrenin mantal plana (mantal plan, ruhsal enerjinin meydana getirmiş olduğu özel bir ara plandır) en iyi şekilde uyum sağlayabildiği bir ortamdır. Fizik evrenin içinde var olan bütün yasalar, bütün tesir mekanizmaları, mikroevren olarak insan bedeninde mevcuttur. Bütün yaradılışın özü kendisinde var olduğu için, ruhsal enerjiye de makroevren denir.
  İşte bedenin asıl özelliği mikroevren ve makroevren olarak tek bir evren halinde önümüze çıkmış olmasıdır. Her iki evreni de kendisi temsil edecek güçtedir. İnsanın önce bedene karşı şuurlu bir saygısı ve sevgisi olması gereklidir.   Bu bedeni sevmek, egoizm anlamına gelmez.
  İslam öğretisinde insan bedeni için, "Tanrı'nın evi" sözü kullanılır. Bu beden, Tanrı'nın insana hediye etmiş olduğu büyük bir nimettir, anlamına gelir. O bedene ona göre muamele et. Arkasından da, "Kendinize zulmetmeyiniz." ifadesi vurgulanır. Aslında kastedilen konu, insanın kendi bedeninin neleri yapabileceğini, bu bedenle neler elde edilmiş ve edilecek olduğunu bilebilmektir. Birçok inanç bunun farkına varmıştır. Fakat bu farkındalık derhal, her şeyde olduğu gibi bir özdeşleşme işine dönmüş, büyük bir amaç haline getirilmiş, ana fonksiyonu kaybedilmiştir. O küçük fonksiyonlu bilgi ise temel fonksiyon haline getirilmiştir.
  BEDENİ TANIMADAN SPİRİTÜELLİĞE GEÇİLMEZ
  Buna yogi yolu denmektedir. Yogi yolundan maksat, bütün inanç sistemlerinde bedenin, içinde bulunduğu durumun dışına taşabilecek şekilde aşırı faal hale getirilme meselesi vardır. Bir yoginin yapmak istediği de budur. Bedenin gerçek yeteneklerini, gerçek gücünü ortaya çıkartarak ondan yararlanmaktır. Bu sayede de spiritüaliteyi genişletmek hedefleniyor.
  Bir yere kadar geliniyor fakat bir de bakıyoruz ki, spiritüalitenin yerine doğrudan doğruya bedene özel olarak bağlanıp kalma eğilimi hakim. Hristiyanlık da kendine özgü bir yogizme sahiptir. İsa'ya benzemek için yapılan düşünce yoğunlaşmaları buna örnektir. İsa'yı taklit etmek; İsa'nın kendisi gibi olmaktan çıkmış, doğrudan doğruya   İsa'nın bedenindeki yaraların taklidine kadar gidilmiştir. Nitekim bazı azizlerin bedeninden, İsa'nın çarmıha gerildiği noktaların aynısı olmak üzere kan akmaya başlamıştır. Burada spiritüalite değil, doğrudan doğruya bedenle özdeşleşmenin devreye girdiğini görüyoruz.
  Denebilir ki, bu, İsa'ya gösterilen sevginin tezahürüdür. Ancak söz konusu bu sevgi maddeleşmiş bir sevgiye dönüşmüştür. Eğer tam bir gelişme sağlanmış olsaydı, İsa'nın taklit edilmemesi gerekirdi. İsalaşmak gerekirdi...
  BEDENİMİZDE EVRENSEL YASALAR GEÇERLİDİR
  Beden mikro ve makroevreni, her ikisini birarada temsil eden, yaradılış düzenine en uygun ölçülerde meydana getirilmiş bir araçtır. Bedenin kendine özgü çok büyük yasaları vardır. Uzak Doğu öğretilerinde ortaya çıkan bazı bedensel noktaları ve değiştirici bölgeleri belki yasalar olarak ele alabiliriz ancak yine de uygun değildir ve yetersizdir.
  Bedendeki bütün titreşimsel seviyeleri değiştirerek tek bir amaca konsantre ettiğimizde ne istiyorsak o olur. Bedenimizde ne istiyorsak onu yapabiliriz. Şeklimizi değiştirebiliriz. Varlığın tahayyülüne bağlı olduğu için kendi şeklimizi değiştirebiliriz. Yerimizi ve mekanımızı da değiştirebiliriz.
21. yy insanının öğreneceği şeylerden biri de, kendi bedenini istediği yere nakledebilmek, bedeni değiştirebilmektir.  Bedenini değiştiren insanların ilk yapacağı şey, bedendeki dejenere edilmiş bölgelerin rejenere edilmesidir. Mide kanamalı değil, sağlam; kalp bozuk değil, o da sağlam. Varlık kendi kendisini iyileştirme özelliğine o zaman sahip olur.
  Bunlar tamamen varlığın kendi spiritüalitesini tanıdığı zaman ortaya çıkacak olan beden üzerindeki avantajlarıdır. Şu an beden bize hakim olduğu için bedenin avantajları çok. Ruhsal avantajlar ise pek yok.
Büyük değişimle birlikte varlıkta kendi özü hakkındaki bilgisi genişlediği zaman, bedeni üzerindeki hakimiyeti de birdenbire artacaktır. Bir yaranın bir hafta sürmesi mümkün olmayacaktır. Filipinler'de yapılan ameliyatlar buna örnektir.
  Bedensel yenilemeler ömür yenilemesi demektir. Vücudun sağlam hale getirilmesi, fonksiyonlarını tam olarak yerine getirmesidir. Örneğin 120 yaşındaki bir insanın 100 metreyi 10 saniyede koşması normal karşılanacaktır.
  BİZLERDE BÜYÜK BİR POTANSİYEL BİLGİ GİZLİDİR
  Bunlar zaten insan varlığının yapısında hücresinde, beyninde, her şeyinde yerleştirilmiş durumdadır. Bunlar fiziksel enerjinin ruhsal enerjiyle birlikte biraraya getirmiş olduğu temel yapıda mevcut özelliklerdir. Onları kullanıp kullanmamak ona enkarne olmuş varlığın bileceği bir şey. Yeniden hiçbir şey ihya edilmiyor. Üzerini kirlettiğimiz cevherin altından çok şeyler çıkacaktır ve çıkıyor. İnsan bedeni çok yüksek bir cevherle yüklüdür. Yapısı, ruhuna eşlik edebilecek bir bedendir.
  İnsanoğlu fizik evreni keşfederken dünyayı da geliştirmiştir. Gerçi bu keşif sırasında yeryüzüne bazı zararlar verilmiştir ama başka çaresi de yoktu. Kömürü, petrolü, nükleer enerjiyi tanımak için onlarla haşır neşir olmak gerekirdi. Elbette bu arada bazı kazalar da olmuştur. Ama dünyanın, verdiğinin yanında aldığı da çok fazladır.
  Şu son siklus içinde dünya maddesinin bu derece derinine inebilmek her varlık grubunun nasibi değildir. Bu nedenle günümüzde yaşayan 6 milyar insan gözüpek varlıklardır. Evrenin pek çok yerinde elde etmiş oldukları bilgileri getirip burada iş birliği halinde kullanıyorlar. Her ne olursa olsun, insanlık büyük bir dayanışma halindedir.
  Dünyanın gelişimine bizler çok hizmet ettik. Dünya da her şeyiyle canlı bir varlıktır. Bizim bedenimiz de dünya malıdır. Onun bize sağlamış olduğu araçlar aracılığıyla onun gelişmesine yardım ediyoruz. Çünkü ruh varlığı bütün varlık sistemlerinin anasıdır. Ruh enerjisinin girmediği bir şey var olamaz. Bir şey var olmak için ruhsal enerji vasıtasıyla aşılanması gerekir. Her şeyin varlığı ruh varlığına bağlıdır.
  İlk yaratılan, Varlığın tek yarattığı nesne, ilk hareketi meydana getiren doğrudan doğruya ruhsal enerjidir. Ruhsal enerjinin içinde tasavvur edeceğimiz veya edemeyeceğimiz her şey vardır.

22 Şubat 2010 Pazartesi

NAZAR NEDİR?
 Arapça ‘nazar’ kelimesi , ‘bakış’ anlamına gelir. Türkçe’de de ‘nazar’ kimi insanların bakışlarındaki zararlı güç ve bu nitelikleriyle, bir kişiye, bir hayvana ya da bir nesneye bakmakla, canlı üzerinde hastalık, sakatlık, ölüm, nesne üzerinde kırılma gibi olumsuz etkinin meydana gelmesidir (Anadol 1987:124). Nazar sadece insanlara özgü bir olay olmayıp, mal mülk, hayvan, toprak, ağaç, çiçek, eşya ve evlerde nazara uğrayabilir. Herhangi zararlı bir olay, böyle bir sebebe yüklendiği zaman ‘nazar değdi’, ‘nazara uğradı’, ‘göz değdi’, ‘nazara geldi’, ‘göze geldi’, ‘göz aldı’vb. deyimler kullanılır. Nazar toplumsal ve kültürel bir üründür. Bugün olduğu gibi tarihi devirlerde de mevcuttur .Nazar inancını Neolitik çağlara kadar götürmek mümkündür. Balta şeklinde yapılmış olan nazarlıklar, (amuletler) Girit’te , Aşağı Mısır’da, Malta’da , Kuzey Fransa’da ve Britanya’da Bronz çağında bulunmuştur. Eski çağlardan itibaren Batı’da ve Doğu’da büyünün ve nazarın kötü etkilerine inanış ve tedbir alma bilgisi kökleşmiştir (.Uğursuz gözden çıkan fenalığı defetmek için kullanılan el şeklinde muskalar, Mısırlılar, Fenikeliler, Yunanlılar, Romalılar tarafından kullanılmıştır .Gerçeklere aykırı olmakla birlikte, gözleri fazla çukur, kaşları birbirine bitişik olanlarda ve açık çiy mavi gözlerde nazar gücü olduğu sanılır ve de mavi gözlülerin kötü niyetli, kıskanç, başkalarına zarar vermekten hoşlanan kimseler olduğuna inanılır . Kıskançlık duygusunun nazara yol açacağı inancı yaygındır. Yalnız şom göz değil, şom ağızda vardır (Westermarck 1961:9). Keskin göz ve güçlü dil, baktıkları ya da övdükleri canlıların, hastalanarak ölmelerine neden olur. Özellikle kişinin yakınlarının, fazla hayranlık ve sevgi duyguları da nazara neden olur

17 Şubat 2010 Çarşamba

Juan Goytisolo

Juan Goytisolo

Juan Goytisolo (Barcelona, 1931). Çağdaş İspanyol edebiyatının önde gelen romancı ve düşünce adamlarından olan Juan Goytisolo, sanatçı bir ailenin zengin kültür ortamında yetişti. Kardeşleri José ve Luis de kendisi gibi tanınmış yazarlardır. Goytisolo’nun yetişme dönemi, İspanya İçsavaşı’nın çalkantılı yıllarına rastlar. Bu dönemin birey üzerinde bıraktığı kişilik bozukluğu ve toplumsal kimlik kaybı gibi temel sorunlar, “Yarım-yüzyıl kuşağı” yazarlarından olan Goytisolo’nun edebiyat anlayışını ana çizgilerle belirlemiştir. “Yeni Roman”ın İspanyol edebiyatındaki en dikkate değer sözcülerinden sayılan Goytisolo, özellikle İslam kültürüyle ilgilenmiş, titiz bir gözlem ürünü olan gezi yazıları ve denemelerinde Doğu-Batı ilişkileri üzerinde durarak Avrupa’nın tek merkezli uygarlık görüşüne sert eleştiriler yöneltmiştir. Goytisolo, 1985 Europalia Ödülü ile 2002 Octavio Paz Ödülü’nü almıştır. Türkçede ilk Goytisolo kitabı, Neyire Gül Işık’ın hazırlayıp çevirdiği Yeryüzünde Bir Sürgün (1993) başlıklı seçkiydi. Daha sonra Saraybosna Yazıları (1996), Marx’ların Öyküsü (1997), Kuşatma Hali (2002), Kapadokya’da Gaudi’nin İzinde (2003) ve Osmanlı’nın İstanbulu (Çev. Neyire Gül Işık, YKY, 2005) kitapları yayımlandı.
**************
 Osmanlı'nın İstanbulu

Kategori: Edebiyat
Yazar: Juan Goytisolo
Çeviren: Neyyire Gül Işık
Sayfa: 132
Ölçü: 13.5 x 21 cm
ISBN: 978-975-08-0391-4
YKY'de 1. Baskı: Ağustos 2002

Avrupa'nın Osmanlı toplumua bakış açısının, bir bir batılı tarafından eleştirisi sayılabilecek kitap, tarih boyunca imparatorluklara başkentlik yapmış İstanbul'da şekillenen yaşama biçimi üzerine çarpıcı gözlemler içeriyor. Topkapı Sarayı'ndan mahalle yaşamına açılan kültür penceresinden bu efsane kentin insanları, gelenekleri ve yaşama düzeni... Çağdaş yazının seçkin ismi Juan Goytisolo, Doğu ve Batı arasındaki kültüel çatışmayı, Avrupa merkezli Oryantalist bakış açısını eleştirerek gözler önüne seriyor. Batı dünyasının kurguladığı tarihsel "Türk" imgesi, bu çalışmada siyasi ve kültürel boyutlarıyla İstanbul?un gündelik hayatı içinde ele alınıyor. Yazar, Topkapı Sarayı'ndan gündelik hayatın popüler mekanlarına doğru genişleyen toplumsal kültür yelpazesinde Batı'nın önyargılarıyla hesaplaşarak Osmanlı'nın özgünlüğünü vurguluyor. Batılıların kafasındaki "Türk" imgesini İstanbul'un gündelik yaşamında ele alan yazar; Topkapı Sarayı'ndan gündelik mekanlara kadar uzanan geniş bir yelpazede Osmanlı'nın özgünlüğünü vurguluyor ve Batı'nın önyargılarıyla bir Batılı olarak hesaplaşıyor. İmparatorluğun tek hakimi padişah ve çevresindekiler, yeniçeriler, esnaf ve tüccarlar, harem hayatı, azınlıklar, eşcinseller ve kentin diğer yaşama mekanları, Goytisolo'nun etkileyici gözlemleriyle aktarılıyor Osmanlı?nın İstanbulu'nda.

         
TADIMLIK

Kimi asırlık ağaçlar bugün hâlâ varlığını koruyor -örneğin Bâb-ı Âli'ye yakın bir refüjün ortasındaki çınar ya da Sahaflar Çarşısı'nın orada, Beyazıt Camii'nin yanındaki kahvehaneye gölge veren çınar gibi-, ama İstanbul sokaklarında çok uzun süredir taban tepen bir gezgin olarak, yukardaki alıntıyı yüreğim sızlamadan okuyamıyorum: yirmi yılı bulmayan bir sürede, kentte nice bahçe ve koruluğun yok olduğunu gördüm, tıkanık trafiğin keşmekeşine ve otopark ihtiyacına kurban edildiler. Altmışlı yılların Madrid'inde olduğu gibi, Belediye yetkilileri ağaçları kesip kuşa çevirdiler, sonuçta kent çirkinleştiği gibi, kentlilerin yaşamında herhangi bir iyileşme olmadı. Doğrusu şu ki para sınır tanımıyor ve bayındırlık işlerini gerçekleştiren firmalar salt kendi maddi çıkarlarını düşündüklerinden, Türk gelenekleri gibi, halkın büyük çoğunluğunun duygularından da habersizler. Yıkıcı gelişme tutkusuna hâlâ kuvvetle karşı çıkanlar yok değil, ama örneğin Tepebaşı gibi kimi mahallelerin bir İstanbul tutkununa şimdi sergiledikleri görünüm bundan daha umut kırıcı olamaz. Kuşlar, köpekler ve kediler de Türklerin gözünde sevgiye ve özene değerler. İngiltere'de hayvanları koruma dernekleri kurulmadan yüzyıllar önce, gezginler İstanbul halkının hayvanlara davranışını hayranlıkla vurgulamışlardır. Urdemalas Osmanlı hakkında kötü şeyler söyleyen ve barbar diyenlere karşı çıkarak söyle der: "...birçokları durup denizdeki balıklara ekmek atıyor, balık bilmezse Halik bilir diyor. İstanbul'un her yanı başıboş köpeklerle dolu, Hünkâr'ın sarayının çevresindeki alanlarda karınca gibi kaynaşıyorlar; çünkü bir dişi köpek doğurduğunda yavrularını öldürmeyi günah sayıyorlar, öyle olunca da tabii şeytan gibi çoğalıyor itler. Bir o kadar da kedi var, sahipsiz olduklarından, barınacak bir evleri yok, uyuz içindeler. Çoğu kimse sadaka olsun diye kebap ya da ekmek alıp bunlara dağıtıyor. Bir yakınları hasta olunca bir kafese kuş dolduruyor, sonra Allah'ın gönlünü etmek için kapısını açıp hepsini salıveriyorlar." Osmanlı vakanüvisi Evliya Çelebi'nin aktardığı bir söylence var: Bir gün bir minarenin tepesine yuva yapmaya çalışan bir leyleği müezzin hoyratça kovmuş, o gün bugündür leylekler İstanbul'da konaklamıyorlarmış. Ama daha sonraki yazarlar onu yalancı çıkarıyorlar: kent leyleklerle dolu diyorlar, güvercinler de şaşılacak bir hızla çoğalıyorlarmış. Ali Bey de Marakeş'te bundan biraz farklı bir söylence işitmiş: Leylekler kışın Mekke'ye hacca gidildiğinden ötürü, kimsenin kendilerini rahatsız etmesinden korkmadan, canlarının istediği yere yuva kurabilirlermiş. Doğrusu en gözüpekleri günümüzde kahvelerin masalarına bile konuyorlar ve büyük bir kibarlıkla gedikli müşterilerin kendilerine bir şeker ya da bisküvi ikram etmesini bekliyorla

16 Şubat 2010 Salı

İNGİLİZ ŞAİR/Percy Bysshe Shelley,

http://ocw.nd.edu/political-science/mary-wollstonecraft-and-mary-shelley/images/percy-bysshe-shelley-pic 
Percy Bysshe Shelley,
 . 4 Ağustos 1792, Horsham, Sussex - ö. 8 Temmuz 1822, Livorno); İngiliz yazınının ve Romantik Dönem'in en önemli şairlerinden biri.
Eton'da eğitim gördü. 1811'de yazdığı "Tanrıtanımazlığın Gerekliliği" adlı makalesinden dolayı Oxford'dan atıldı ve babası tarafından da reddedildi ve Londra'ya gitti. Orada Harriet Westbrook adlı bir bayanla evlendi. İrlanda'da ayaklanmayı kışkırttı.
1815'de Godwin'in kızı Mary (Frankenstein'in yazarı) ile tanıştı. Evli olmasına rağmen onunla beraber oldu. Godwin'nin bu ilişkiye sert tepkisi üzerine İngiltere'yi birlikte terk ettiler. İsviçre'de Lord Byron ile tanıştı. Eşinin ölümünden sonra İngiltere'ye dönüp evlendiler fakat 1816'da İtalya'ya yerleşmeye karar verdiler.
1816-1818'lerde The Revolt of Islam ve 1820'de Prometheus adlı yapıtlarında kadın ile erkeğin beraberliğini, kurtarıcı bir ilişki olarak kutsadı ve umudunu "Doğu"ya bağladı.
Ayrıca bu yüzyılda hızla yayılmaya başlayan vejetaryen'liğin, gönüllü avukatlığını Leo Tolstoy ile birlikte yaptılar. 1822'de boğularak ölmüş ve İtalya'da sahile vurduğu yerde yakılmak suretiyle kendisi için bir cenaze töreni düzenlenmiştir. Törende, Lord Byron, arkadaşının kafatasını hatıra olarak saklamak istemiş, ancak yine bir yazar olan aile dostları Edward Trelawny buna izin vermemiştir. Fakat, tören sırasında Trelawny Shelley'nin kalbini ateşten çalmış ve Percy'nin dul eşi Mary Shelley'ye vermiştir. Kalp sonunda, oğulları Sir Percy Florence Shelley öldüğü zaman, onunla beraber gömülmüştür. Mezarında Latince Cor Cordiu

15 Şubat 2010 Pazartesi

Müslüman Olan Ünlü Fransız Filozof ROGER GARAUDY

http://www.umrandergisi.com/resimler/galeri/b/432.jpg
Maxicep.com - Müslüman Olan Ünlü Fransız Filozof ROGER GARAUDY ROGER GARAUDY
Yarım asırdan fazla süren bir araştırma devresinden sonra, 1981'de 68.yaşında Müslüman oldu. 1913'de Marsilya'da doğdu. Dinsiz bir ailenin çocuguydu. Fakat o, "Protestan Gençlik Teşkilatı nın başkanlığım yapmış, aynı yıllarda (1933) Fransız Komünist partisi'ne de üye olmuştu.

1956'da Komünist Partisi Siyasî Büro Şefi oldu. Marksist Araştırma ve İncelemeler Enstitüsü'nün Müdürlüğünü yaptı. Marksist felsefeyi çeşitli yönleriyle araştıran çok sayıda .eserler yayınladı.




"İslam İstikbalimize Yerleşecek kitabımla ilgili olarak Cenevre'ye konferans vermeye davet edildiğim zaman, Avrupa muhiti içinde canlı bir İslam tablosu gördüm. Gerçi Cezayir, Fas, Endonezya, Mısır ve Irak gibi Müslüman ülkeleri gezmiştim. Bilhassa Cezayir'deki ikametim, bana hayli tesir etmişti. Fakat Müslümanlarla, beşerî münasebetlerim pek olmamıştı."

Garaudy, aydın Müslümanları tanımasının da Müslüman oluşundaki payını dile getiriyor ve "Niçin Müslümanım" yazısında da İslamı seçişinin temel fikrî sebeplerini açıklıyor. Ona göre, "îslamı seçmek çağı seçmektir. Çünkü İslamiyet bu çağın yegane dinidir. Çağın ümididir."
Le Monde gazetesinin birinci sayfasında yayınlanan ve büyük yankılar yapan yazısında İslamî düşüncelerini şöyle özetliyor:

"Batı dışı kültürleri incelediğim sırada, İslamın özel potansiyelinin şuuruna vardım. Ani bir keşif değildi bu îslam, Arap medeniyeti üzerine ilk coşkulu yazımı 1946'da Şeyh îbrahimî'yle çok önem taşıyan karşılaşmamdan sonra yazmıştım. Ama şimdi îslam, hayatımın sorularına cevap getiriyordu.

"Bu asrın tenkidi şuurunu ilgilendiren başlıca üç noktada.

1. Hz. Muhammed (a.s.m.), hiçbir zaman yeni bir din ihdas etme iddiasında bulunmadı. Bize Hz. ibrahim'in temel inancını tebliğ etti. Kur'an'da Hz. Musa ve îsa, îslamın peygamberleridir. Dünya, onun içinde Yahudi. Hıristiyan, Müslüman birligini kurabilir.

2. îslam, ilmi hikmetten, hikmeti de imandan ayırmaz. Müslüman ilim, Kurtuba Üniversitesi'nin en parlak döneminde. sebeplerin araştırılmasıyla gayelerin araştırılmasını birbirinden ayırmıyordu. Bu da ilmin ve tekniğin, ilim ve teknik bürokrasisine; politikanın Makyevelizme dönüşmesini engeller. Sadece "nasıl" değil, "niçin" sorusunu da sormaya zorlar.

3. islam, inançla politika arasındaki (insanın iki boyutu) ilişkiler mes'elesinin ortaya atılmasını sağlar ve onları kilise ile devlet arasındaki ilişkilerle (iki kurum illşkisi) karıştırmaz Fransa ve Avrupa'da çok sık olduğu gibi.

Bu idealleştirdigimiz İslam, nerede mevcut diyeceksiniz? Hiçbir yerde. Doğru. Bir Kitapta ve insan yüreklerinde var sadece. Hıristiyan toplumlarında hiçbir zaman mevcut olmadığı gibi.

Garaudy, bu ideal îslam toplumunun.tarihteki tek ve emsalsiz örneğinin Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından Medine'de kurulduğunu söylüyor. Böylece islam, Hıristiyanlıktaki bir boşluğu doldurmuş, topluluğun teşkilatlanmasını gerçekleştirmiştir. Hz. Muhammed'in (s.a.v.) oluşturduğu topluluk ne belirli bir kan, ne belirli bir toprak, ne belirli.. bir pazar, ne de belirli bir kültür üzerine kurulmuştur. Bir imanda birlik üzerine kurulmuştur, ve herkese açıktır. İşte bana bu, insancıl bir toplumun temeli olarak görüldü.'

"Ancak, tarih boyunca bir tek örnek İslam için az değil midir, derseniz, ben de, Hıristiyanlıkta. Yahudilikte ve sosyalizmde o bir tek örnek dahi yoktur, derim. Evet, böyle örneksiz bir dünyada bir tek örnek bile çoktur ve önemlidir."

İslam nedir? sorusuna ise şu cevabı vermektedir:

"Bana göre islam şudur: îslamın büyük Peygamberi, 'yarın ölecekmiş gibi ahirete, hiç Ölmeyecekmiş gibi dünyaya çalışın' derken, her şeyi anlatmıştır, İslam, anlaşılıyor ki, hem maddeye, hem de manaya hükmetmiştir. Öyle ise, bunların ikisi birbirinden koparılamaz. Nasıl koparılamaz: 'îlim Çin'de bile olsa gidip alınız, çünkü ilim ve hikmet Müslümanın kaybolmuş malıdır, ara bul' diyor, islam... îlmin, çalışmanın burada sınırı yoktur, islam, dünyayı sarsan bu iki olaya sınır koymadıgına göre, dünyayı sarsmıştır. Nasıl sarsmıştır?

"Getirdiği sistemle. "Bu sistem nasıldır?

"insanı, yaratılmışların en olgunu ve en şere'flisi olarak kabul ederken, onun sömürülemeyeceğini anlatmıştır. israf, gösteriş ve lüksü tamamen yasaklıyan, kazancı, alınterindeki damlacıklarda arayan, biriken sermayeyi fakire ölçülü ve ahlak kaideleri içinde aktaran, faizi, tembelliğe ve fakiri ezmeye ittiği için yasaklayan ve gayr-ı meşru serveti bu kaideyle imha eden bir sistemler manzumesidir islam...

"Halife île kölenin eşit hakka sahip olmasını mecbur kılmıştır. Bir deve olayı vardır ki, bu kralların kılıçlarından daha keskin bir hadisedir. Hz. Ömer île kölesi bir şehirden bir şehire giderken deveye sıra île binerler. Zaman zaman devenin yularını halife ceket, zaman .zaman da köle. İşte adalet ve hukukta aklın devrimidir bu."îslamiyetle diğer dinler arasındaki farkı da şöyle açıklıyor:

"Fark şudur: Bana göre İslam, çağları arkasında sürükleyen bir dindir. Diğer dinler ise, çağların arkasında sürüklendi. Yani islam dışındaki bütün dinler, zamana uyduruldu. Reforma tabi tutuldu. Mukaddes kitaplar. çağlara göre tahrif edildi. Kur'an ise indirildiği günden beri hep zamana hükmettim O, zamanı değil, zaman onu takip etti. Zaman yaşlandıkça, O gençleşti. işte aradakl fark budur.

"Bu, çağlar üstü bir olaydır. Bugüne kadar bunca savaşların bıraktığı korkunç sosyal, siyasî ve ekonomik sarsıntılardan daha büyük bir olaydır bu..."

"Marksizm, kapitalizm ve îslam arasındaki fark nedir?", sorusu ise şöyle cevap buluyor: "Biri insanı devlete karşı esir eder. Diğeri ise, sermayeye karşı. Yani marksizm ile kapitalizmin ikisi de insanı sömüren sistemlerdir demek istiyorum. Ama İslam bunlara karşı, insana prestijini iade eden bir sistemdir."

"Dünyanın içinde bulunduğu büyük bunalımdan ancak Kur'an'la kurtulabiliriz" diyen Garaudy, bu kurtuluşun başlamış olduğuna da inanıyor "Batı'da İslam güneşi doğmuştur. Müslümanların sayısı da hızla artmakta ve bu durum Batıyı ürkütmektedir. Ne var ki.

bildiğiniz gibi, korkunun ecele faydası yoktur. Ben ve benim gibilerin vazifesi, kokuşmuş- Batıya, îslamı gerçek manasıyla tebliğ etmek ve îslamın müjdesini vermektir. Müslümanlar, Batılılaşma eğilimini bir an önce bırakmalıdırlar. Çünkü, Batı iflas etmiştir ve hastadır. Sağlıklı bir kişinin hastayı taklit etmesi ise manasızdır.

Müslümanların vazifesi nedir? Bunalımdan çıkabilmek için ne yapmalıdırlar: "Müslümanlar, içinde bulundukları bunalımlı ortamdan, Kur'an-ı Kerîmin mesajını tam manasıyla anlayıp uygulamaya soktukları zaman kurtulabilirler." Zira: "İslam. Allah'a, dünyaya. insana, ilimlere, san'atlara bakışı ile her insan ve her cemiyet için ayrılması mümkün olmayan İlahî ve beşerî temellerin her ikisine birden istinat eden yeni bir dünyanın inşa projesini mükemmelen vermektedir."

Fakat biz ne yapmıştık Türkiye'de? Garaudy. Fransa'daki merkeziyetçilikten şikayet edince bir derginin yazan suçlanıyor:

"Ne yazık ki, biz de tüm kamu yönetim sistemimizi Fransa'dan kopye ettik."

Garaudy ise cevaplıyor: "Bana öyle geliyor ki, siz, çağdaşlaşma ile Batılılaşmayı birbirine karıştırmışsınız."

"Halbuki bu özendiğimiz Batı, öyle bir Batı ki, diyor, ben bu Batı'da doğu felsefesi. İslam medeniyeti hakkında tek kelime bilmeden otuz sene profesörlük ettim."

Böyle bir Batıya ve bütün insanlığa karşı Müslümanın görevi ve sorumluluğu nedir? Sayıca çoğalmak, paraca üstünleşmek, maddî bakımdan gelişmek, silah bakımından modernleşmek mi? Hayır!... Müslüman, ancak çağın problemlerine cevap bulabildiği ve bunu her vasıtadan yararlanarak dünyaya anlatabildiği ölçüde vazifesini yapmış olacaktır: "Batı'nın çözüm getiremediği, içinden çıkamadığı' meselelere İslam çözüm getiriyor. Müslümanlar olarak, bu meselelere çözüm bulmak üzerimize düşeri bir vazifedir. Müslüman olarak bizlerin vazifesi, Sovyetvari, ya da Amerikanvari değil. İlahî kaidelere dayalı, yeni, özel bir ekonomik gelişme modeli sunmaktır...

Sosyal, kültürel ve öteki sahalarda da bu sorumluluğumuzun gereğini yerine getirmeliyiz. İslam, bizim bugünümüzü ve geleceğimizi aydınlatan, onu yönlendiren değerler bütünüdür. Bunu anlatmak istiyorum."

Yıllarca akıl hocalığı ve "ruh mimarlığı" yaptığı Marksistler, Garaudy'nin bu fikirleri karşısında şaşkına dönüyorlar. Onlar, daha önce yazdığı eserleri hemencecik Türkçeye tercüme edip hatmederler ve Garaudy'yi üstad bilirlerdi. Oysa şimdiki eserlerine karşı büyük bir ilgisizlik ve lakaytlık göstermeye çalışıyorlar. Çünkü onlar, "Garaudy'nin tutarsızlıkları, aklını oynatmış olabileceği gibi fantezilerle uğraşmayı yeğlediler." Bu tesbitin yapıldığı Cumhuriyet Gazetesi, konuyu şöyle noktalıyor:

"Bu yabancılaşmanın son halkası İslamiyeti Garaudy'den öğrenme çabasıdır. Garaudy'nin son kitaplarının Türkçeye kazandınlması ne kadar olumlu ise, islamiyet'i Garaudy'den öğrenmeye kalkmak da o kadar saçmadır ve aslında öğrenmemek demektir."

Ancak unutulmamalıdır ki, ülkemizde hala Avrupa üflemekte, bizler oynamaktayız. Bu açıdan da Garaudy'nin bilhassa sol çevrelerde İslamiyeti yeniden keşfetmeye vesile olduğunu kabullenmek zorundayız.

Elbette, îslamı bir bütün olarak yeni kabul etmiş bir insanın çelişkileri olacaktır. Anadan doğma Müslümanların dinlerini Garaudy'den öğrenmeye ihtiyaçları da yoktur. Ama, îslamiyti öğrenmeye çok muhtaç aydınlarımız bulunduğu, Garaudy dolayısayla bir kere daha anlaşılmıştır. Zaten Garaudy'nin de Müslümanlara îslamiyti öğretmek diye bir iddiası yoktur. Bunu îstanbul'daki basın toplantısında şöyle ifade eti:

"Benim kitabım Müslümanlar için değildir. Bunu Müslümanlara akıl vermek için değil, kendi vatandaşlarıma îslamı duyurmak için Yazdım. Bu bakımdan da asıl da, îslam bizim geleceğimizdir."

Garaudy'ye, yine aynı toplantıda, "çok değiştiniz, İslam sizin için bir son olacak mı?" diye de soruldu. O da, "benim yapım değişmekle varlığını devam ettirir, değişmezse ölür. Ancak, aranan doğru bulunmuşsa, o zaman değişme, başkalaşma, değil; bulunan doğruda derinleşme olur" demişti.

Dileğimiz, Garaudy'nin bulduğu doğruda derinleşmesi ve yarım asırlık marksist kültürünün etkilerinden yüzdeyüz kurtularak Hakka hizmet etmesidir.

Diğer Müslümanlara düşen ise, Garaud'ye de ufuk açıcı seviyede çalışmalarla îslamın ilmî, fikrî temellerini, gerçeklerini gün ışığına çıkarmaktır. Yoksa, bazılarının yaptığı gibi, biraz elli yıllık marksist kültürünün te'siri. biraz nefis müdafaası, biraz da îslam hakkındaki bilgi noksanı sebepiyle, onu içinde bulunduğu yanlışlarla itham etmek değil... Hele gidip sünnetine takılmak hiç değil...

Asıl yapılması gereken Garaudy'lere de yol gösterici ve ufuk açıcı çalışmalar ve araştırmalar yapmaktır. Onun deyimiyle, îslamın bugünkü problemlere çare ve çözüm olabileceğini isbatlayan çabalar gereklidir. Bunu gösterebildiğimiz, yayabildiğimiz müddetçe daha çok Garaudy'ler "kelime-i şehadet"i söylemekte tereddüt etmeyecektir.
http://thewitcontinuum.files.wordpress.com/2009/10/simone-de-beauvoir.jpg

ÜNLÜ KADIN FİLOZOFUN ÇIRILÇIPLAK FOTOĞRAFI FRANSAYI KARIŞTIRDI..

Simone de Beauvoir’in çıplak bir resminin Le Nouvel Observateur’un kapağında yayımlanması Fransa’yı ikiye böldü.
Ünlü filozof Jean Paul Sartre ile yaşadığı fırtınalı aşk kadar, kadın hakları konusundaki felsefi kitaplarıyla da zihinlerde yer eden Simone de Beauvoir’in çıplak bir resminin Le Nouvel Observateur’un kapağında yayımlanması Fransa’yı ikiye böldü. 50’lerde Chicago’da çekilen fotoğraf, ünlü filozofu çırılçıplak gösteriyor.KADIN hareketinin öncü isimlerinden biri olan, ünlü filozof Jean Paul Sartre ile yaşadığı fırtınalı aşkla gündemden düşmeyen Simone de Beauvoir, Fransa’yı yine ikiye böldü. Bu yıl 100. doğum yılı kutlanan Beauvoir’in Fransa’yı ikiye bölmesinin sebebi, felsefi düşünceleri veya kadın hakları konusunda sergilediği farklı bir tutum filan değil. Bu kez Fransa’yı bölen, hatta Le Monde’a yaşadığı yönetim krizini bile unutturan şey Beauvoir’in bir fotoğrafı. Le Nouvel Observateur’un kapağını süsleyen fotoğrafta, ünlü filozof çırılçıplak görünüyor. 50’li yıllarda Chicago’da çekilen fotoğrafın, Simone de Beauvoir’in 100. doğum yılı kutlanırken ortaya çıkması, Fransız aydınları kadar kadın derneklerini de öfkelendirdi.

Kadın dernekleri arasında Le Nouvel Observateur’u protesto eden öyle biri vardı ki, kuşkusuz en haklısı oydu. Çünkü, Choisir la Cause des Femmes (Kadın Davasına Sahip Çıkma) isimli derneğin kurucusu Simone de Beauvoir’den başkası değildi. 1971’de derneği Beauvoir’le beraber kuran ve halen başkanlığını yürüten ünlü feminist avukat Gisele Halimi imzasıyla dergiye gönderilen protesto mektubunda, yayımlanan fotoğrafın Beauvoir’in felsefesiyle, kadın meselesine yaklaşımıyla ve kişiliğiyle hiçbir ilgisi olmadığı belirtilerek, "kadın bedeninin sömürüldüğü" ifade edildi. Mektupta ayrıca, her fırsatta kadın hakları yanlısı bir dergi olduğunu söyleyen Le Nouvel Observateur’un, Simone de Beauvoir’in çıplak fotoğrafını kapağına koyarak, "kadınların itibarını sarsan bir saldırı" düzenlediği de savunuldu. Ancak, derginin internet sitesine mail gönderen bazı okurlar ise fotoğrafın son derece güzel olduğunu ve kesinlikle Jean Paul Satre’ın benzer bir fotoğrafına tercih edeceklerini söylediler.

Bir süredir Paris’te yaşayan ve NTVMSNBC sitesine konu ile ilgili bir yazı yazan ünlü edebiyatçı Enis Batur, Beauvoir için düzenlenen kültürel etkinlikler yerine, çıplak fotoğrafının gürültü koparmasını değerlendirirken, şunları söylemekten kendisini alamıyor:

"Ne var fotoğrafta, aslında hiçbir şey. Yazarları, düşünürleri üryan görmeye alışmamışız, hepsi bu. Yarım yüzyıldır çekmecede kalmış bu fotoğrafın yayımlanmasına diklenenler tuhafıma gidiyor açıkçası: Simone de Beauvoir’ın mektupları daha az mı çıplaktı?"

En ünlü feminist düşünür

1908’de doğdu. Sorbonne’da felsefe öğrenimi gördü. Bir süre öğretmenlik yaptı. Jean Paul Sartre’la tanışması, hayatının ve düşüncelerinin akışını değiştirdi. Kadın-erkek ilişkileri, evlilik ve aile konularına getirdiği farklı yaklaşımlarla hem tepki hem taraftar topladı. 1944’te Sartre ve Raymond Aron ile birlikte kurdukları "Les Temps Modernes" dergisi, devrin bütün Fransız düşüncesini etkiledi. Kitaplarının önemli bir kısmı Türkçe’ye de çevrilen Simone de Beauvoir, 1986’da öldü ve kendisinden altı yıl önce ölen Sartre’ın yanına gömüldü.

alainportrait.JPG

Alain 

Emile-Auguste Chartier

1868 - 1951
Fransız yazarı ve filozofu.İnce uslubu ve fikirlerini açıklamak için başvurdugu degişik bir yazı türüyle dikkati çekmiş bir düşünürdür.Gerçekten de Alain,düşüncelerini bir kaç sayfayı aşmayan ve konuşma dilini yansıtan "söyleyişiler"türünde kaleme almıştır.Önemsiz gibi görünen konulara el atar ve ilk bakışta pek sınırlı gelen ve bu temelden hareket ederek genel ve derin fikirlere ulaşır.Klasik felsefe anlayışına sahip olanların kullandıgı eleştiri ve kanıtlara yazılarında fazlaca yer vermeyen Alain,şairleri ve romancıları,somut hayatla daha yakından ilgilendikleri için filozoflara tercih etmektedir.
Alain,toplum ve siyaset hayatına ilişkin fikirlerinde bireyin özgürlüklerinin savunucusu olarak ortaya çıkmış,modern dünyanın ve siyasal örgütlerin bireyi ezmelerini ve özgürlüklerinden yoksun kılmalarını şiddetle eleştirmiştir.Savaşların,insanoglundaki ahlaki sorumluluk duygusunu ve vicdanı zedeledigini ileri süren düşünür,bütün hayatı boyunca barışçı idealleri savunmuştur.



İNSAN

"Korkunç bir düşmanım var,dedi bana.Bak,nerede olsa benim kadar kuvvetli,benim kadar dikkatli,benim kadar canlı,kendini gösteriyor.Durmadan beni gözetliyor;şöyle bir toparlanayım desem hemen karşıma dikiliyor.Gözüme uyku girmez oldu;ama onunda uyudugu yok.Benim kadar sakin,benim kadar azimli.Hücum etmesini bekliyorum ama benimde artık tehammülüm kalmadı: ona bu üstünlügü bırakmayacagım;kolumu kaldırıyorum;bak tam zamanıymış,o da kolunu kaldırdı.öyle zannediyorum ki,ben ne düşünsem,o da aynı zamanda aynı şeyi düşünüyor.Benden korkuyor,bunu açıkça görüyorum;korkunun ne oldugunu bildigim için de,benden nefret ettigini anlıyorum.Kendimi müdafa etmek için tasarladıgım herşeyi o da tasarlıyor;yayılmak ,açılmak istedim mi,bu da kendimi korumam için bir çaredir.O da aynı şeyi yapmak istiyor.Bir benzerim oldugunu biliyordum zaten;ama kavgalı oldugumuzdan beri bunu daha iyi hissediyorum.İnsanoglu benzerlerini sevebilir mi? Ondan korkmak,çekinmek daha akıllı uslu bir hareket olmaz mı?Beni çeken herşey onuda çekmez mi?Vaktiyle bana aynı şeyleri düşünenler arasında anlaşma oldugunu söylemişlerdi.Ama düşüncelerimiz eger isteklerimizse,daha dogrusu ihtiyaçlarımızsa,aynı şeyleri düşündügümüz takdirde ortaya bir kavga mevzuu çıkmaz mı?Ey düşman kardeşim,bana acı hakikatler ögrettin.Şu anda bile onları teyit ediyorsun.Takındıgın tavırdan,duruşundan,bıkkınlık gösteren hareketlerinden,evet,hem bıkkınlık gösteren hem tehdit eden hareketlerinden,bunu böyle oldugunu anlıyorum.Elvada kardeşlik."
İnsanoglu yine insanoglunu gösterek bana bunları söyledi."Ama,dedim ona,bu senin gölgen."

MAYIS 1927

14 Şubat 2010 Pazar

FRANSIZ FELSEFECİ

Michel Foucault (Fuko)

  • Fransız filozof Michel Foucault (”mişel fuko” olarak okunur), 15 Ekim 1926′da Poitiers’de doğdu. Babası, oğlunun kendi kariyerini takip etmesini isteyen bir cerrahtı. Foucault, Saint-Stanislas Okulunu bitirdikten sonra, saygın bir okul olan Paris’teki 4. Henry Lisesi’ne girdi. 1946′da, daha önce sınavlarında başarısız olduğu École Normale Supérieure’e kabul edilen dördüncü öğrenciydi. Okul yıllarında eşcinselliğini keşfetti. Maurice Merleau-Ponty ile felsefe çalıştı. 1948′de felsefe diplomasını, 1950′de psikoloji diplomasını aldı ve 1952′de psikopatoloji diplomasıyla ödüllendirildi.
    1954′ten itibaren dört yıl İsveç’te Uppsala Üniversitesi’nde doktora tezini yazdı. Zamanın Uppsala Üniversitesinin pozitivist damarı Foucault’un tezini bilimsel bulmayıp, kabul etmedi. Birer yıl da Varşova ve Hamburg Üniversitelerinde Fransızca öğretti. 1960′da Fransaya Clermont-Ferrard Üniversitesine Felsefe bölüm başkanı olarak döndü. “Delilik ve Medeniyet” kitabındaki teziyle doktorayla ödüllendirildi. Aynı yıl Foucault, kendinden on yaş küçük olan felsefe öğrencisi Daniel Defert’la tanıştı. Defert’ın politik aktivizmi çalışmalarında ona yol gösterdi. Foucault, Defert’la aralarındaki ilişki için çok sonraları bunun zaman zaman da aşka benzeyen uzun soluklu bir tutku ilişkisi olduğunu söyledi.

    Foucault’nun ikinci önemli eseri “Kelimeler ve Şeyler” (Les Mots et les choses) 1966′da yayınlanan karşılaştırmalı bir ekonomi, doğa ve dil bilimleri çalışmasıydı. Çok satan bu kitap Foucault’nun adının tanınmasında büyük rol oynadı.
    1966-1968 arasında Defert’la birlikte Tunus’a gitti ve birlikte tekrar Paris’e döndüler. Foucault, Vicennes’deki Paris-VIII Üniversitesi’nde Felsefe bölüm başkanı oldu, Defert da sosyoloji bölümünde ders vermeye başladı. 1968 öğrenci hareketinden oldukça etkilendiler. Aynı yıl Foucault başka aydınlarla beraber Hapishane Bilgilendirme Grubu’nu (The Prison Information Group) kurdu.
    1969′da “Bilginin Arkeolojisi”ni (Archéologie du savoir) yayınladı. 1970′de en önemli araştırma enstitülerinden biri olan Fransa Koleji’ne Düşünce Sistemleri Tarihi profesörü olarak seçildi. 1975′te belki de en etkili kitabı olan “Hapishanenin Doğuşu”‘nu (La Naissance de la Prison) yayınladı.
    Ömrünün kalan yıllarında kendini “Cinselliğin Tarihi” (Histoire de la sexualité) çalışmasına adadı. 1976′da ilk cildini yayınladı, çalışmasını tam bitirememiş olsa da ikinci ve üçüncü ciltler 1984′teki ölümünden hemen sonra yayınlandı.
    Michel Foucault, daha çok toplumdaki daimi doğruları inceleyen bir filozoftu. Nietzsche ve Heidegger’in düşüncelerinden oldukça etkilenen Foucault, çalışmalarında çoğunlukla Karl Marx ve Sigmund Freud’un fikirleriyle mücadele etti. Hapishaneler, polis, sigorta, delilik, eşcinsellik ve sosyal haklar konularında çalıştı. Bütün çalışmalarını modernitenin bireyler üstündeki etkisi ve getirdiği yeni güç ilişkileri üstüne kurdu.
    ____________________________________________
    Michel Foucault (Fuko) Kimdir?
    Le Mond’un (27 Haziran 1984) yayınladığı tıp bültenine göre Michel Foucault , 25 Haziran günü saat 13′te Paris’in de la Saipetridre Hastahanesinde acute septicemia (şiddetli kan zehirlenmesi) sonrası nörolojik komplikasyonlar sonucu hayata gözlerini yumdu. Haber gazetede iki sütunluk “La mort du philosophe Michel Foucault” (Filozof Michel Foucault’nun Ölümü) başlığı altında, birinci sayfayı dolduran olağanüstü bir övgü seli şeklinde yer aldı. Başyazıyı Foucault’nun College de Frence’dan seçkin bir meslektaşı olan Pierre Bourdieu yazıyordu.
    Felsefe ve tarih üzerine yapmış olduğu çalışmaların, Başbakandan anısına bir övgü almış olsa da, zorluğu ve uzlaşmazlığına karşın herhangi bir başka çağdaş filozofun ölümüne gösterilecek ilginin böylesine yoğun ve hürmete şayan olabileceğini, Fransa ve Foucault örneği dışında, tasavvur edebilmek güçtür. Foucault’nun ölümünün çok büyük bir kayıp olarak değerlendirilmesi ve düşüncesinin hala yaşayan şaşırtıcı gücü ve etkisi hakkında söylenenler, Onun bu ilgiye mazhar olmasının nedenini gösterir. O, sanırım en iyi, Nietzsche’nin modern havarilerinin belki de en büyüğü ve aynı zamanda yirminci yüzyıl Batısının muhalif entelektüel yaşamının en dikkate değer açılımlarında merkezi bir sima olarak anlaşılabilir.
    Jean-Paul Sartre ve Maurice Merleau-Ponty, Georges Canguilhem, Jean-Pierre Vernant, Lucien Goldmann, Louis Aithusser, Jacques Derrida, Claude L. Strauss, Roland Barthes, Gilles Deleuze ve Bourdieu ile birlikte Foucault, muhtemelen gelecek birkaç kuşak boyunca göremeyeceğimiz denli parlak çalışmaların bir toplamı olarak yaklaşık kırk yıllık bir üretimin sonucu olan Paris estetik ve politik akımlarının alışılmadık bir devrimci birikiminden beslendi. Modern düşüncede gerçek bir ayaklanmaya varan şey, disiplinle arasında ve gerçekte dilde varolan duvarların yıkılması, sonra da bu duvarlarla bölünen alanların, yüzeyin altından en karmaşık üstyapılarına kadar yeniden şekillendirilmesiydi. İlham kaynakları, akademik ve isyancı düşüncenin aykırı bir karışımı olan bu isimlerden teoriler, şaşırtıcı verimliliğin silüetleri, ve büyük formel sistemler doğdu. Bahsettiklerimizin hepsi Marx’tan ve teker teker az ya da çok oranda Freud’dan derin etkiler taşıyor; bir çoğu teorik taktisyen ve gerçeği görmenin bir aracı olarak eğer gerçeğin kurucusu değilse -dil ile meşgul; bir kısmı üniversite derslerinden ve neredeyse efsane olmuş öğretmenlerden olduğu kadar- adı en çok anılanlar Gaston Bachelard, Geoges Dumdzil, Emile Benveniste, Jean Hyppolite ve (Hegel üzerine verdiği meşhur dersler ve seminerlerle bütün bir kuşağı şekillendirmiş görünen) Alexandre Kojeve -sürrealist şairler ve yazarlar Andre Breton ve Raymond Roussel’dan, sıradışı yazar-filozoflar Georges Battaille ve Maourice Blanchot’dan da etkilendiler. Nihayet bu Paris entelektüellerinin tamamı Fransa’nın politik yaşamındaki olaylarla, önemli kilometre taşları olan İkinci Dünya Savaşı, Avrupa Komünizmine tepki, Vietnam ve Cezayir koloni savaşları ve 1968 Mayısı ile yakından ilgiliydiler. Fransa’nın ötesinde Almanya ve Alman düşüncesi ve nadiren de İngiliz ve Amerikalı yazarların çalışmalarına önem veriyorlardı.Bu benzersiz müstesna grup içinde Foucault öne çıkan isimdi. Bir kere en geniş alanlı eğitimi almıştı: aynı zamanda kuramsal incelemede en somut ve tarihselci olduğu kadar en radikal olan da Oydu. İkincisi kendini çalışmaya en çok adayan (Bourdieu’nun Onun hakkındaki sözleri “le plaisir de savoir” ve bu nedenle en az Parisli olan, en az moda olan ya da en az çekiştirilen isimdi. Hatta daha ilginci O, sosyal ve entelektüel tarihin muazzam sahalarını inceliyor, hem geleneksel hem de sıradışı (unconventional) metinleri eşit dikkatle okuyor ve hala alışılmış olan ya da özgün olmayan şeyler söylüyor görünmüyordu, hatta komik biçimde genel gözlemler yapma riskine eğilim taşıdığı kariyerinin en son evrelerinde bile. Foucault, ne yalnızca bir tarihçi, ne bir filozof ne de edebiyat eleştirmeniydi fakat hepsini ve daha fazlasını taşıyordu.
    Adorno’ya muğlaklığının, parlak stiliyle ve ayrıca toplum, kültür ve bütün eserlerinin yöneldiği güç konularında sıkıcı biçimde geniş, çoğu zaman belirsiz, teorik ve yaratıcı fikirleriyle çok az ilgisinin olması bakımından benzemesine karşın tıpkı Theodor Adorno gibi tutumlarında sert, uzlaşmaz ve sofuydu. Kısaca Foucault, eserlerinde çok ötesine geçtiği roman, tarih, sosyoloji, siyaset bilimi ve felsefe türlerine bağlı karma bir yazardı. Bundan dolayı O, yaptığı çalışmalara kasten belli bir sınırların dışındalık katıyordu, onun için hem Nietzscheci hem de postmoderndi: idolleri ve mitleri altüst edişinde alaycı ve ahlak dışıydı. Bununla beraber Foucault’nun en nesnel yazısında bile insan hala ayırt edici bir ses duyabilir: kültürel bir tür olarak röportajın ustası olması tesadüf olmasa gerek. Böylelikle eleştiri ve yaratı arasında var olan eski makbul hudut tayinleri, Foucault’nun yazdığı ve söylediği şeylerde geçerliliğini yitiriyordu, tıpkı Nietzsche’nin sözlerinde ya da Gramsci’nin Prison Notebooks’unda Barthes’ın genel olarak yazdıklarında, Glenn Gould’un piyano ve söz temsillerinde, Adorno’nun teorik ya da otobiyografık parçalarında, John Berger, Pierre Boulez, Luchino Visconti ya da Jean Luc-Godard’ın eserlerinde olduğu gibi. Bu asla Foucault’nıın tarihinin, örneğin, tarihsel geçerliliği ya da doğruluğu olmadığı anlamına gelmez, bunun anlamı kendini bilme gibi başlıca dikkati gerektiren yapıtlar olarak bu tarihlerin -daha önce değindiğim diğer çalışmalar gibi- önümüzdeki karma türlü eserlerin öğrenmeyle, alıntılamayla ve bulgularla dopdolu olduğudur. Entelektüel-kariyerinde en azından üç ayrı evre olmasına karşın Foucault’nun eserlerinde en başından sonuna değin tekrarlanan bir takım temalar vardır. Bu temalar en iyi. hareketsiz nesnelerden ziyade düşünce gezegenleri olarak kavranabilir. Foucault’nun üzerinde çalıştığı ve yazdığı her şey çatışma izlerinin ısrarlı biçimde dayanıklı bir zinciri ve Onun meşhur arkeolojilerinin ve Nietzscheci geneolojileninin odağıdır. ilk başta Foucault Avrupa’nın sosyal yaşamını, bir tarafta marjinal, itaatsiz, farklı ve diğer yanda makul, normal, genel olarak sosyal vb. arasında bir mücadele olarak anlıyor görünüyor. Foucault, bu mücadelerin sonucunda (ve Foucault’nun şeyleri kavramasında doğum metaforu ve biyolojik sürekliliğin önemli bir yeri olduğu göz önünde tutulduğunda) bilgiyi meydana getiren disiplin ve hapsetme kurumları içinde gelişecek çeşitli tutumların doğduğunu düşünüyor. Böylece klinik, hapishane ya da yetimhane, tıbbi uygulama, cezai bilim ya da normatif hukuk ilminin doğuşuna tanık oluyoruz. Bu tutumlar -Foucault’nun daha sonraki dönemlerde formüle ettiği merhametsiz bir saptayışa göre- hapishaneler ve hastahaneler, sırasıyla kabahat ve hastalığa karşı fabrikalar olarak görülene değin önce direniş ve sonuç olarak da bu kurumlarda değişim yaratır. Daha sonra Foucault gücün, kurumlar ve bilimler dahil olmak üzere sürekliliğin her yanında, patlayıcı ve etkileyici bir şekil olarak çoğunlukla seçilen isyancı baskı, hapse mahkum edilmiş birey ve topluluklar -deli, hayalperest, suçlu peygamberler. şairler, kovulmuşlar ve ahmaklar- ve de bilgi üretiminde kendisini hissettirdiğini iddia ediyor. Foucault’nun çalışmalarında baştan sona var olan diğer bir ana düşünce gezegeni de bilginin (savoir) kendisiydi. Foucault bilginin kaynaklarını, formasyonunu, düzenini, değişim ve sabitlik biçimlerini, muazzam maddi varlığına daima karşılık vermesini bir ağ gibi karmaşıklığını, epistemolojik durumunu en ince detayına kadar inceledi. Onun arkeolojileri, bilginin sosyolojisi üzerine yaptığı çalışmalarla amaçlı olarak benzer biçimde tasarlanmamıştır. Bunun yerine O, kendi sözleriyle, tarihi kendi aleyhine çevirmeye, “bellek ile bağlarını koparmaya, metafizik ve antropolojik kalıbını kırmaya ve bir karşı-bellek —zamanın büsbütün bütün farklı bir formu içine tarihin bir dönüşümü- inşa etmeye” girişiyordu. (”Nietzsche, Geneology, History”).
    Bu yüzden Foucault, kendisiyle bilgi arasında kararsız ve gittikçe karmaşıklaşan bir tavır geliştirdi. Ben burada Foucault’nun kariyerinin üç evresine hızlıca bir bakmak istiyorum. İlk büyük çalışmaları -Madness and Civilization (Histoire de la folie) (1961; İngilizce çevirisi 1965) ve The Order of Things (Les mots et les choses) (1966; 1970) (başlıkta olduğu gibi metinlerde de İngilizce çevirilerle Fransızca Orijinalleri arasındaki az. çok yaklaşık ilişki Foucault’nun Ingilizce çevirilerinin ne kadar düzensiz olduğunun bir göstergesi)- belgeleri kazıp çıkaran, arşivleri yağmalayan, dini metinleri yeniden okuyan ve sır olmaktan çıkaran, merhametsizce alim bir araştırmacı görüntüsü verir. Daha sonra ikinci dönemde “Archaelogy of Knowlodge” (1969;1972) ve “The Discourse on Language” (L’Ordre du discours) 1970; 1971) eserlerinde bilgiden uzaklaşır, bilginin maddesi yaptığı şeyi bilgi yapmak üzere bütün bir sistematik aygıtı uzun uzadıya anlatır. Bu dönem boyunca bilgi tabir caizse, koparılmış ve Foucault’nun terminolojisinde yeniden düzenlenmiştir: bu, arşiv, söz, ifade, sözçekmeli fonksiyon gibi sözcükler, kesin bir sınıflandırmayla bir Fransız sabit fikrine işaret etmenin çok hoş olmayan bir yolu; Onun bir tür şeffaf düşünsel hapishane olarak bilgiye karşı baş gösteren husumetini üretken hale getirmesinin, kontrol etmesinin bir yolu olarak nesrine girdiği zaman gerçekleşir. Bununla beraber Foucault’nun çalışmasının tüm önyargısı paradoksal olarak akılcı, sakin ve serinkanlı duruyor. Ancak Foucault’nun mahkumlar adına yaptığı çalışmasından doğrudan ortaya çıkan Discipline and Punish (1975; 1977) ve kaynakları Foucault’nun kendi belli cinsel kimliğindeki olaylar olan The History of Sexuality (1976;1978) adlı eserleriyle bilgi açıkça bir düşmana dönüştürülüyor. Foucault buna kötümser biçimde gücü ve aynı zamanda gücün getirdiklerine karşı aralıksız fakat düzenli olarak bozguna uğrayan direnişi ekler. Foucault’nun çalışmalarının özü, neticede, daima taşıdığı ve muhtelif şekillerde somutlaştırdığı bir düşünce olan ötekilik duygusudur. Foucault açısından ötekilik, kendi içinde hem bir güç hem bir duygudur, görünüşteki sonsuz dönüşümlerinin çalışmalarına yansıdığı ve bunları şekillendirdiği bir şeydir.
    Foucault sapma ve sapkınların toplumla çatışmaları hakkında, dediğim gibi, bir manifesto düzeyinde yazılar yazmıştır. Daha ilginç olanı, bununla beraber, Onun aşırı olan her şeyin, düşüncelerin altında-üstünde duran tanım, taklit ya da örnek, bütün bu şeylerin onda uyandırdığı cazibedir. Bu cazibe eleştirilere eğilmekteki isteksizliğinin Olduğu kadar (eleştirilere karşı zaman zaman yaptığı hakaret dolu saldırılar hariç Onu yapısalcı olarak nitelemekte ısrar eden George Steiner akla geliyor-) anti-platonculuğunun da nedenidir. İlgi duyduğu şey, Archaeology’de belirttiği gibi, işaretler ve sözlerde gizli, keşfedilebilir fakat dile ve konuşmaya indirgenemez olan’”fazlalıktır” işte bu ‘fazlalıktır’, bizim ifşa ve tarif etmemiz gereken” der. Böyle bir ilgi aynı zamanda hem dolambaçlı ve hem de anlaşılmaz gözüküyor, ancak bu Foucault’nun eserlerinde özellikle yerleşmemiş bir takım şeylere dayanır. Onun yazdıklarında ne okur ne de yazar için alışık olmak gibi bir şey söz konusu değildir. Yerinden çıkarmalar, baş döndürücü ve fiziksel olarak güçlü bir nesir, (örneğin, Discipline and Punish’te yer alan işkence tasviri ya da The Order of Things’teki bir adamın ölümü üzerine yazılan daha sakin fakat daha sinsice etkileyen bölümler), araştırmanın bütün alanlarını bulmadaki esrarengiz yetenek: Tüm bunlar Foucault’nun ötekiliği ve heterodoksiyi ehlileştirmeden ya da doktrinin içine almadan formüle etme konusundaki sonsuz çabasından doğar. Bu Nietzsche’nin büyük bir yirminci yüzyıl düşünürünün çalışmalarında derin bir düzeyde iş gören mirasıdır. Bu miras, genel ve evrensel olana tercih konusu olan özel ve özgün birşeydir. Nitekim, unutulmaz bir röportajında Foucault, evrensel bir entelektüel olmak yerine özgün olmaktan yana ve bütün bir kültürü kumanda etmeye cüret eden, (Sartre ve Aron kastediliyor olabilir) kendi söylediğinden başka doğru tanımayan büyük alimlerdense kendisi gibi disiplinlerin somut kavşaklarında çalışan bir düşünür olmaktan yana tercihini koyuyordu. Bu miras belki daha sonra yabancılaştırılmış, uzaklaştırılmış ve “değiştirilmiş” bile olsa, şimdi onun kaygıları Foucault’ya çalışma şartlarını ve etiğini dikte ediyor.
    Foucault açısından ne nesnenin ne yazarın kimliği, ne nesne ne de özne, insanı meydana getiren olma sürecindeki, hatta geleneksel faaliyetlerin alıkonamaz enerjileri kadar önemli değildir. Bundan dolayı O, çalışmalarında bir yanda sözün anonimliği ve tutarsız düzenlilik, diğer yanda disipline edilmiş beyanlar, yazarsız ifadeler ve kişisel olmayan kuralların korkunç kurumuna meydan okuyan güçlü bilgiyi arzulayan adı kötüye çıkmış benliklerin, Foucault’nun kendisi de dahil, baskısı arasında neredeyse korkunç bir kımıldayamama hissine kapılır. Aynı zamanda arşivlere, dosyalara ve müsveddelere boğulmuş hatta belki hapsedilmiştir. Foucault paradoksal olarak kendini ve izleyicilerini sanki “güç direnişi üretir, direniş gücün yeni biçimlerini” diyen tezini canlandırmak ister gibi mutlak otoritenin daha büyük bir derecesi için teşvik ediyor görünür. Kariyerinin orta evrelerinde Mayıs 1968 olaylarının Foucault’ya güç verdiğini görüyoruz, Onu ilk kez ciddi metodolojik düşüncelere sevk eden bir olaydı bu. Bunları ayrıca ilk röportajlarını verdiği sırada, ileride The Archeology of Knowlodge ‘da incelikle işleyerek genişleteceği fikirlerini geliştirmekte kullanmıştı. Onun güç felsefesi, hem isyancı ayaklanmanın sınırlarını ve hem de sözün yasaları tarafından görünmez olarak düzenlenen ilgi alanlarının kapsamlarını anlamaya başlamış göründüğü altmışların sonlarında ortaya çıktı.
    Tuhaf bir şekilde Foucault’nun son çalışmalarının Schopenhaeurcu pesimizme ve determinizme neredeyse zaten yönelmiş olmasına rağmen, altmışlar ve yetmişlerin başları boyunca yazdığı makaleler estetik ve entelektüel projelerin çeşitliliği, yoğunluğu ve enerjisinin verdiği hazzın bir ifadesi olarak okunabilir. Battaille, Flaubert, Deleuze, Hölderlin Magritte ve Nietzsche üzerine yazdığı bu döneme ait parçalar (bir kısmı Donald Bouchard tarafından Language, Counter-Memory, Practice içinde bir araya getirilmiş ve hassasiyetle not edilmiştir) bazı okurlarına göre Onun en iyi çalışmalarıydı ve makaleler kelimenin tam anlamıyla küstah olmaksızın parlaktı. En önemli çalışması, bununla beraber College de France’da 1970 Sonbaharında verdiği L’Ordre du discours (The Discours on Language olarak çevrildi) adlı bir açılış konferansıydı Burada Fransa’nın en büyük akademik kurumundaki araştırma ve konferanslarının programını ortaya koydu. Tipik bir tarzda, izleyicilerine yüzyıllar boyunca asla doğruluk, rasyonellik ve normallikten aşağı olmayan şeyler üzerine projelerin taslağını çıkarmayı, aynı anda gnomik elipsleriyle Beckettçi ve meşum sessizliğiyle Renancı bir seda içinde anlattı. Aşağı yukarı aynı tarihlerde Foucault, entelektüel nüfuz açısından içerideki başlıca rakibi olarak görmesi gereken Derrida’yı ele aldı. Hatta Foucault’nun, yapısalcılık okulunun tarihselci olmayan bir laissez-faire tavrına izin veriyor oluşundan duyduğu açıkça ortada olan korkuyu hesaba katarak, Derrida hakkındaki sözlerinde şahsına münhasır olmayan bir keskinlik ve alaylı bir tepeden bakış olduğu, diğer yandan ortak bir antimitolojik ve antitutucu projeden dolayı yakın ilişkide bulunduğu görülür. Bilebildiğim kadarıyla Derrida vicdan azabının ve inanıyorum aralarındaki açıklığın derece derece azalmasını sağlayan kendini tutuşunun bir işareti olarak Foucault’yu yanıtsız bıraktı.
    Foulcault’nun yetmişler boyunca tomurcuk veren, ahlak kurallarına karşı gelen, genellikle sert, her zaman tahrik eden ve politik olan ilgilerinin sayısız mantık çizgisini çözmek için daha çok erkendir. Foucault dünyanın her tarafından bir çok talep alan meşhur bir yazar ve konuşmacı olmaya başlamıştı. College de France’deki dersleri övgülerini, aslında dersleri hazırlamak, onları daima ayrıntılı olarak araştırmak ve cours magistra!e’in geleneğine en fazla hürmetle ve en uygun usulle vermek suretiyle yanıtladığı geniş bir izleyici kitlesi çekiyordu. Mahkumlar adına ve cezai reform üzerine yaptığı çalışması, Onun pskiyatri ve devrim karşısındaki oldukça tuhaf ilgili tutumları gibi bu dönemde olgunlaştı ve tamamlandı. Doğal olarak sosyo-psikolojik yörüngesiyle bir entektüel için yeterli olan bunlar, Foucault’nun onlar olmadan düşünülemeyeceği yazarlar Freud ve Marx’ın çalışmaları için sık sık açığa vurduğu husumet içinde cisimlendirildi. Ancak şu bir gerçek ki sosyal olarak kural dışı kişilikleri ve Allah vergisi engin yetenekleri Foucault’yu kendi soyu hakkında şüpheye düşürmüştü. Bu yüzden O, seleflerini dikkatle seçerek, Borges’in Kafka’sı gibi yaşamının bazı biyolojik, entelektüel ve sosyal izlerini büyük bir dikkat ve çabayla yok ederek kendi kendini doğuran bir adam olmuştu. Hatta çağdaşları konusunda kendisini zamanla hem altmışların Maoist akımlarından ve hem de genellikle Ona karşı diğer Paris idollerine olmadığı kadar saygılı olan nouveaux philosophes’in en kötü aşırılıklarından uzak tutarak daha dikkatli davranıyordu. Kariyerinin son evresinde Foucault’nun kaygıları, gücün mikrofiziğine aksetmiş olarak, hapsedilmenin sosyal sonuçları ile ilgili araştırmalardan ziyade cinsel kimliğin derin tarihi ile sınırlıdır. Başka bir deyişle Foucault dikkatini, disiplinlerin ve tezlerin detayları yoluyla bilinebilir olan sosyal bir nesne olarak insan yaradılışından, arzu, zevk ve merak yoluyla bilinebilen insan cinselliğine kaydırmıştır. Hatta böylece Onun en son projesi, History of Sexuality’nin ilk cildinde yer alacağını söylediği şeklinden epeyce farklılaştı. Bu arada diğer iki cilt (The Use of Pleasure ve The Care of the Self ) sekiz yıllık bir aradan sonra öldüğü yılda ortaya çıktı; klasik Yunan ve Roma’ya “bireylerin birbirleri üzerine dikkatlerini odaklamaya, aralarında, onu doğal ya da düşmüş yapan, varlıklarının gerçeğini, arzuyla, keşfetmeye izin veren belli bir ilişki oyunu yaratarak birbirlerini arzunun bir nesnesi olarak yorumlama, anlama ve kabul etmeye nasıl götürdüklerini” (The Use of Pleasure, s.5) keşfetmek üzere geri dönme projesini bütünüyle yeniden tasarlamıştı. Politikten kişisele bu özel ve üst-belirlemeli kaymaya neden olan şey, diğer etkenlerle birlikte, kamusal alanın büyüden epeyce kurtarılması, daha açık olarak belki onun bu alanı etkileyebilmek için fazla bir şeyinin olmadığını hissetmesiydi. Ayrıca belki de ulaştığı ün, korkunç ve ürkütücü kamu karşısında bilgi perhizi, üretim ve kendine yüklediği performansta önemli bir rahatlamaya izin veriyordu.
    Foucault dikkati çekecek derecede, eğer müptelalık değilse, seyahate, çeşitli ve değişik lezzetlere (Kaliforniya’da sıklıkla konuk oluşlarını simgeleyen) ve çok az olarak politik mevkilere karşı duyduğu arzuyu keşfetmeye çalıştı. Gulaglara karşı ve Sovyet ve Kübalı muhalifler adına sık sık atılmaktan eskimiş nutukların çekiciliğine kapılmış olan başka ilericilerin şimdiye dek onun hakkındaki düşünceleri yine de üzücüydü, O geçmişle muhatap olduğu için kendisini her türlü böylesi basit politik formülden uzak tuttu. Ancak aynı zamanda Foucault’daki değişimin ayırıcı nitelikte alışılmadık bir aşırı tecrübe olarak İran devrimi yoluyla meydana geldiğini düşünebiliriz. Foucault Şiiler’in Şah’a karşı “ruhani politikaları” olarak adlandırdığı şeyi inceleyen ilk Batılılardan biriydi. Bunun içinde, sınıf çatışmaları ya da ekonomik baskı gibi geleneksel kurallar altında güdülmesi mümkün olmayan bütünüyle kolektif, irade dışı aşırılıklar keşfetti. Devrimin başarısının istisnai olarak bir genci zulüm rejimini başa getirdiği göreve kadar Iran devriminde bir süre için Onu cezbeden vahşice homurtuları ve birikmiş enerjiyi sezmişti. Bu sanki en başta Foucault’nun kişisel olmayan, yazısız hareket teorilerinin açık bir şekilde gerçekleşmesini sağladı ve Foucault tahmin edilebilir bir hayal kırıklığıyla irkildi. Gerçekten zeki bir adam olan Foucault, öldüğünde dünya çapında bir üne sahiptir. Bütün okurlarının muhakkak anımsayacakları şey, Onu ilk kez okurken başka hiçbir yazarda olmayan Foucault’nun üslubuna özgü bir derinlik ve zorluk kabiliyetiyle bir elektrikli patlama ve ardından bir başkasıyla ortaya konan böylesi keskin ve oldukça dikkat çeken düşüncelerle karşılaştıklarında nasıl bir şok duydukları olacaktır. Böylesine üretken ve etraflı bir araştırmacıda, kitaplarının daima -en uzun olanları bile- vecize kabili bir meyil taşıması ve insanı nadiren yoran, tam tersine okuyucuyu canlandıran ve tahrik eden üçlü dörtlü seriler halinde (örneğin, “arkeoloji” ne düşüne tarihi, ne entelektüel tarih, ne de aklın tarihidir) olumsuz ayrımları açık hale getirme sanatındaki ustalığı dikkate değer özelliklerdi. Bununla beraber Foucault, İngilizce konuşan dünyada, metodolojilerini yazık ki parçalara ve yeniden parçalara ayıran ve tarih eserlerine çok az ilgi gösteren edebiyat teorisyenleri arasında en çok sözü geçen yazardı. Diğer taraftan Foucault’nun bence, fundamental noktalarının gücünü ve niteliğini ciddi anlamda bozmadıkları halde, zayıflıkları her yönüyle ortaya çıkarıldı. Foucault’nun kör noktalarından en çarpıcı olanı, örneğin, Onun esas olarak sınırlı olan Fransa tanıklıklarıyla görünüşte evrensel olan yargıları arasındaki ihtilaflar konusundaki kayıtsızlığıydı. Üstelik dışlama, sınırlama ve baskı gibi sorunlarla karşılaşan feminist ve postkolonyal yazarlarla ilişkilerinde gerçek bir alaka göstermez.
    Doğrusu Foucault’nun Avrupamerkezciliği neredeyse tamdı, sanki tarih sadece bir grup Alman ve Fransız düşünür arasında cereyan etmişti. Son çalışmalarının amaçları daha özgün ve zor anlaşılır olmaya başladığı için, tarihçiler ve teorisyenler tarafından, Onların kavrayışlarında bağını kestiği alanlarda yapılan titiz çalışmalarla görünüşte alay etme imasıyla genellemeleri çok daha serbest görünüyordu. Foucault bir filozof ya da dili ve öğrenmeyi riskli şekilde çeşitli, genellikle aykırı sonlara yayan muhteşem bir zeka sahibi olarak okunup ya da istifade edilip edilmese bile, Onun eserleri gelecek kuşaklar için anti-ütopyacı etkiyi yerinden etmesiyle akıllarda kalacak. Foucault’nun başlıca olumlu katkısı toplumu kuşatan bilgi teknolojilerini ve bilginin kendisini incelemesi ve açığa çıkarması, hatta bu teknolojiler kendi kontrolsüz heyecanlarıyla, sınır ve mantık olmaksızın gelişirken bile bunları idare ve kontrol edebilir, normal bir hale getirmesiydi. Onun en büyük ve kritik katkısı da insani ve sosyal bilimlerde temel teşkil eden kimlik ve öznellik araştırmalarının antropolojik modellerini yok etmesidir. Herşeyi eninde sonunda ya bir çeşit Cartesian benlik ya da yalnız bir kahraman sanatçıdan çıkmış gibi toplumda ve kültürde görmek yerine Foucault, sosyal yaşamın kendisi gibi bütün işlerin kolektif olduğu şeklinde çok daha doğru bir nosyonu tercih ediyordu. Bu yüzden temel görev, bizi bir doktora ilaç verme ya da bir tarihçiye tarih yazma yetkisi veren şeyin esasen bir kişisel kabiliyetler seti değil bütün profesyoneller tarafından bilinçsiz bir a priori olarak verildiği kabul edilen kuralları takip etme becerisi olduğunu söylemekten alıkoyan ideolojik temayülleri tuzağa düşürecek ve işlemez hale getirmektir. Foucault bu kuralların yerine, kendinden önceki herkesten daha çok kural tayin etti ve hatta daha etkileyici biçimde, uzun zaman periyodları içinde kuralların nasıl insanların ne (ve de nasıl) düşündükleri, yaşadıkları ve konuştuklarının epistemolojik belirleyicisi olmaya başladığını gösterdi. Foucault, kuralların nasıl değişebildiği konusuyla daha az ilgilenmiş olsaydı, bu ilk kaşifi olarak bunların, herkes yanılsama olmaksızın disiplinlerin, tezlerin, epistemelerin ve ifadelerin gerçekten tamamen ilgili olduğu şeyin farkında olsun istediği aşırı derecede detaylı güçlerinden kaynaklanırdı.
    Foucault’nun önceden Madness and Civitization adlı eseri için incelediği, orijinalinde akıl hastanesiyken şimdi nörolojik hastalıklara bakan bir hastanede ölmüş olması çok ince bir ironi taşımaktadır. Bu ürkütücü ve üzücü bir şeydi; sanki ölümü, Foucault’nun normal olanla patolojik olan, akılcı ile akıldışı, iyi huylu ile kötücül arasındaki symbiotik (ortakyaşar) paralellik üzerine yaptığı tezleri teyit ediyordu. Daha çarpıcı bir İroni ise, zaman zaman “ölümün filozofu” olarak adlandırılan Foucault’nun kendi ölümüyle, bir insan yaşamının gerçekten ne kadar olağanüstü, şüphe götürmez şekilde tuhaf ve kişisel bir şey olduğunun çok iyi bir örneği olarak görülmesidir. Fransız halkından bir sima olmaktan daha çok, Foucault, ulusaşırı bir işi olan bir entelektüeldir. Kolayca suçlamak yerine O, güç ve bilgi arasındaki gizli suç ortaklıklarını felsefi ciddiyetin sabırlı şüpheciliği ve enerjik cesaretiyle karşı karşıya getirme işini ortaya koydu, şık ve parlaktı.
    KAYNAK
    Michel Foucault; Edward Sait; Çeviri: Özgür Emir; Doğu Batı Dergisi; Kasım:Ocak 1999